20 Mayıs 2016 Cuma

KİTAP HAKKINDA GENEL DÜŞÜNCELERİM

  Aslında nereden başlasam bilemiyorum.Çünkü ''Od''un birçok yönden ele alınabilir bir eser olduğunu düşünüyorum.Değerlendirmelerimi sabırla okursanız da çok memnun olacağımı belirtmek isterim.
  Sanki ben de kitabı okurken ''Bizim Yunus'' ile birlikte olayların içine kapıldım,hatta bizzat yer almış gibi oldum.Yunus'un Sarıcaköy'den çıkıp Anadolu'da Allah yolunda yaptığı yolculuklardan Tapduk Sultan'ın igsisinin peşine takılıp geri Sarıcaköy'e gelmesinde,on bir iken kırk olan keselerden kılıç gibi delip geçen sopaya,Durak'tan Topak'a geçen yara izinden dua için açılan ele düşen defne yaprağına, her şey gözümün önünde öylesine canlandı ki ben de kendimi olayları sanki yakından izliyor ve Yunus'u takip ediyor gibi hissettim. 
  Kitapta her ne kadar Yunus hakkında duymaya alışık olduğumuz olaylardan bahsedilmiş olsa da,yazarımızın da zihninde bir şeyler oluşturduğu,araştırmaları sonucunda sıraya koyduğu ve bunu ustalıkla kitaba yansıttığı aşikar.Bu konuda dikkatimi en çok çeken şey ise Yunus'un bildiğimiz dizelerinin olaylar içinde söylediği sözler olarak verilmiş olması oldu.
  Bir diğer husus ise,anlatılanların Yunus ve oğlu İsmail(Samuel) tarafından Molla Kasım'a anlatılıyor olması.Bu şekilde anlatımın daha iyi olduğunu ve Yunus Emre ile oğlu İsmail'in yaşadıklarını karşılaştırabilmemizi sağladığını düşünüyorum.Bir önceki paylaşımımda açıklamış olduğum ''Sizin hikayede hikayeyi erkekler yazar,kadınlar çocuklara anlatırdı'' sözü de burada anlam kazanıyor.
  Sanki ne zamandır böyle bir kitabın elime geçmesini bekliyormuşum.Sanırım okuduğum kitaplar arasında,okurken en çok kendimi kaptırdığım kitap bu oldu ve bana hem manevi,hem de edebi açıdan çok şey kattı.İskender Pala bu eserde tarihi ve o dönemin zihniyeti ile edebiyatı çok güzel harmanlamış.Od,her bir satırında ayrı bir mana ve emek bulunan bir eser.Bu yüzden yeni okuyacak olan arkadaşlar varsa tavsiyem şudur ki bu kitaba lütfen hiç bir zaman önyargılı olarak bakmasınlar.Çünkü bu eser,eğer anlamak istenilerek okunursa keyif alınacak bir eser ve ben bu duyguyu yaşadığım için çok mutluyum.
  Son satırlarımı sizlerle paylaşırken, kitabın oluşumunda en büyük rolü oynayan Yunus Emre'ye ve kültürümüzde büyük yeri olan bu güzel insanı bizlere yazdığı bu kitap vasıtasıyla çok güzel anlatan,Bizim Yunus'u adeta bize yaşatan İskender Pala'ya ve tüm emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum.

SAMUEL ve MOLLA KASIM

  Samuel,birileri geliyor der ve tüm çete saklanır.Bilmez ki gelenler babası ve yokluğunda onun yerine koyduğu dostu Turakçın'dır.Önceden Yunus'u görmüş olan Cuci hatırlar fakat artık çok geç olur.İsmail çoktan Turakçın'ın boynuna oku fırlatmıştır.
  Yunus,oğlunun yokluğunda onun yerine koyduğu Turakçın'ı kaybederken bir yandan da İsmail'ine kavuşur.O çeşme başında Yunus bir can daha verirken bir can kazanıyor.Fakat onu daha dünya gözüyle göremiyor çünkü İsmail ona atıyla yaklaştığında ona bakıyor ve bir anda gözüne gelen ışık ile ama oluyor ve o günden sonra dünyayı göremiyor.Sanırım bahsi geçen ''ışık'' bu ışık.Bu ışık ki,sanki yıllarca Anadolu'yu dolaştı da Yunus'u tam kalbinden bir ok vuracakken,bu ışık hızlı davrandı ve gözünü vurdu.

  Ve geleyim Molla Kasım adlı ve kitabımızın son hikayesine.
  Yunus ve İsmail,sonunda kavuştular.Hatırladınız mı?Aralarında İsmail'in ''şüphe''leri sonucu doğan konuşma meydana geldi fakat sonunda dayanamayıp barıştılar.Daha sonra ise Sarıcaköy'e gittiler ve Yunus,İsmail'den bir yuva kurmasını istedi.İsmail ise evlendi ve Yerce adlı bir köye taşındı.Burada bir medrese açtı ve buraya gelen herkese ilk önce Yunus'un ilahileri ezberletilmeye başlandı.
  İsmail babası hakkında her şeyi Molla Kasım'a samimi bir şekilde anlatırken aynı zamanda her şeyi Molla Kasım'dan öğreniyor.İsmail babasından gurur duyar hale geliyor.Burada İsmail ve Yunus'un kavuşmaları yeterince bizleri duygulandırırken,neden bu kadar içime dokundu bilmiyorum, Molla Kasım'ın ''...acaba benim oğlum da İsmail'in babasına duyduğu sevgi kadar sevgiyle bana bakacak mıydı,şüphedeydim.'' demesi oldu.
  İsmail,harami iken derviş olmuştur.Aslında İsmail'de babasının bir zamanlar yaptığı gibi rençberlik yaptı ve şimdi ise ''Derviş''lik yoluna baş koymuştur.Babası ışığını ona da yansıtmış ve İsmail'in de gönlünde bir ''od'' tutuşmuştur.İşte burada Yunus'un dedesini ve babasını tanıyanların ona söylediği''Sizin ailede hikayeyi erkekler yazar,kadınlar çocuklarına anlatırdı'' sözünü burada daha iyi anlayabiliyoruz.Belki de Yunus'un dedelerinden bu yana bütün ailelerde aynı hikaye yazılmış ve çocuklara anlatılmıştı.
  
  

GEYİKLİ BABA (Sayfa 318-333)

                   
                                         
                                                              Geyikli Baba Türbesi

 Bizim Yunus bu sefer de Geyikli Baba'yı bulmak için çıktı yola.İlk başta Yunus'un sarı bir nergis çiçeği ile sohbet etmesi,sizin de hemen aklınıza geldiğini düşündüğüm ''Sordum Sarı Çiçeğe'' adlı ilahiyi getirdi.Yazar bu kısımda, daha önceki bölümlerde de olduğu gibi burayı da ustalıkla işlemiş kitabın akışına yerleştirmiş.Yunus ve sarı çiçek arasındaki sohbeti de çok beğendir.Burada Yunus'un karşısına belki de bir keramettir ve Yunus çiçekten dahi bir şeyler öğrenerek yoluna devam etmektedir.


                                      

Yunus Geyikli Baba'nın dergahına vardığında dervişler ona tuhaf gözlerle bakar fakat aralarından birisi ona farklı bakmakta ve gülümsemektedir.Yunus Geyikli Baba ile görüşmek ister fakat kendisine silme dolu bir tas şerbet ikram edilir.Meğer bunun anlamı, gelene kendisi için yer olmadığını belli etmekmiş.Benim dikkatimi çeken ise,Yunus yıldız nakışlı heybesinin içindeki güllerden birinin yaprağını şerbetin üzerinde koyması oldu.Sanki Yunus bu yaptığıyla,kendisinin bu gül yaprağının şerbetin üzerinde kalıp onu dağıtmadığı gibi,kendisinde onların düzenin bozmayacağını işaret etmişti.O sıcak havada buzlu şerbeti içmeyip bunu yapması ve daha sonra Geyikli Baba'nın onu durdurup birlikte gönül sohbeti yapmaları da bu fikrimi güçlendirdi.
  Yunus ile Geyikli'nin yaptığı gönül sohbetinde ''bela'' nın anlamı ''Evet,elbette öyledir,sen bizim Rabbimizsin!'' şeklinde açıklanmış.''Ben sizin Rabbiniz değil miyim?'' nidasına karşılık ''Bela'' denmesi,ne büyük incelik.Çünkü ''evet'' dense haşa ''Evet rabbimiz değilsin'' gibi anlaşılacaktı.Aslında bu kısımda neden  bela ile imtihan olunduğumuzu Yunus ile birlikte bizler de anlıyoruz.
  Bu arada Yunus'a sıcak bir gülümseme ile bakan dervişi unutuyordum az daha.Adı Turakçın imiş.Sanırım ilerledikçe Turakçın ile yeni yeni tanışıyoruz fakat kitap bitmek üzere.
   Durak'ın yavrusundan da bahsedeyim.Burada dikkat çeken hiç kuşkusuz annesindeki yara izinin yavru Topak'ın da bacağında yer alması,hani bir zamanlar İsmail'in köpeğinin bıraktığı diş izleri.Şahsen bunun bir keramet olduğunu düşünüyorum.Zira Yunus ve oğlu karşılaşmamış olsa da Allah onları henüz bilmedikleri bir noktada buluşturuyor.
  Bir de Yunus'un dua için açtığı ellerine düşen defne yaprağı var ki aslında bu da bir mesaj gibi sanki.Tam da Tapduk Sultan ile Şeyh-i San'an'ın kabirlerini birleştiren defne ağacından gelen bir şifa gibi.
  Bu hikayenin sonunda Yunus bir de Çelebi Faruk ile karşılaşıyor.Fakat onun ismine değil,simasına rastlıyor ve onu tanıyor.Meğer Yunus bu yollarda Allah'a doğru ilerlemesini tamamlarken Çelebi Faruk bu yollardan yıllar önce geçmiş.Ben bile siz değerli okurlarıma hatırlatmak istediğim şu sözü duyunca gönlüm bir hoş oldu,içimde anılarım canlanmış gibi oldum sanki,kim bilir Yunus neler yaşadı.

        ''Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz,her şeyin malik ve sahibi Allah'tır.''

19 Mayıs 2016 Perşembe

ÇOBAN (Sayfa 306-312)

                           
 Yunus bu bölümde her zamanki gibi yaşadıklarını anlatıyor.Durak'ın yarasından bahsediyor ilk başta,aslında bu kısım bir önceki hikaye olan Samuel ile bu hikaye arasında bir bağ gibi.
  Samuel,bir önceki bölümde arkadaşının kurdu olan Gökışık ile bir köpeğin dalaştığını,babasının ise,yani Yunus'un,ayrılmaları için üzerlerine taşlar yağdırdığını yazmış,tabiki Yunus'u kendisi değil arkadaşının gördüğünü de belirtiyor.Bu hikayede ise Yunus Durak'ın gök gözlü deli bir kurtla dalaştığından ve Durak'ın bacağında kalan diş izlerinden bahsediyor.Aslında Yunus ve İsmail,Molla Kasım'a aynı şeyleri anlatmış.İsmail'in yazdığı mektubu okuduğumda çok duygulandığımı da siz değerli okurlarımla paylaşmak istiyorum.Durak'ın yarası aslında farkında bile olmasa da Yunus'a oğlundan kalan bir iz.
  Yunus artık altmış üç yaşına geldiğini de belirtiyor bu bölümde.Burada beğendiğim bir tabir ise Yunus'un ''sünnet olan ömrü'' tamamladığını ve bundan sonra dünyayı fazla seçememesinde bunun bir keder olmadığını söylemesi oldu.Bu bana kitabın en başındaki Molla Kasım hikayesini hatırlattı.Hani orada Yunus'un gözüne yaptığı merhemlerden birini sürüp hemen iyi edeceği halde bunu yapmadığından bahsetmişti Molla Kasım.
  Dikkatimi çeken bir hususta Yunus'un bazı çetelerden bahsederken ''Çocuk Eşkıya'' diye anılan ''Samuel Çetesi'' nden de bahsetmesi oldu.Bilmiyordu ki oğlu nice yollara düşmüş,Anadolu'da duyulan,hırsızlık yapan bir çetenin başı idi.
  Tabi ki de bu hikayenin en önemli noktası olan,Yunus'un çoban ile karşılaşması.Yunus hala bir şeyler öğreniyor bir bakıma.Çoban koyunların sohbet istediğini söylüyor ve onlara Yunus'un mısralarından okuduğunda koyunlar gözlerini ona çeviriyor.Yunus ise bu duruma duygulanır ve sanki sorumluluğu artmış gibi hisseder.
  Kendimi Yunus'un yerine koydum da,yaşadıkları nasıl şeylerdi.Heleki çok nadir dillendirdiği mısraları Anadolu'da bir çobanın kulağına nasıl gitmişti.İşte burada bir sonraki Samuel hikayesi ile bir bağ var.Sözü geçmişken ondan da bahsedeyim.İsmail Sarıcaköy'e doğru çıktığı yolda yavaş yavaş ve insanların hallerini anlaya anlaya ilerlerken bir kızanın kopuzu eline alarak aslında hiç aşık olmadığı halde kendisinde aşık olma isteği uyandıran dizelerden bahsediyor.Aslında bu dizeleri söyleyenin ''çoban'' olduğunu,ki kesinlikle öyle,düşünüyorum.Yani Yunus ve oğlu İsmail'in hayatları bir kez daha kesişiyor.Fakat yine hiç anlayamayacakları bir noktada.Tabi ki bu da,on bir iken kırk olan keseler gibi bir keramet olarak görülebirir.Molla Kasım hani kitabın başında belirtiyor ya Yunus'a kendini affettirmek için bu satırları yazdığını,belki de yalnızca bu kesişimleri baba ve oğula farkettirecek olması bile affı için yetecektir.
  Artık kitabın sonuna yaklaştığımdan mıdır nedir,içimde biriken bütün meraklar cevabını,bütün kilitler anahtarını bir bir buluyor sanki.Sanırım iki üç yayın sonra bu kitap ile ilgili paylaşımlarımı da bitireceğim.Ama bilmenizi isterim ki bu kitabın bana kattıkları,hem manevi hem de edebi olarak,umarım her zaman içimde yaşayacaktır.Neyse lafı çok uzatmayayım,genel düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım son genel değerlendirme yayınımda yapacağım.

ZAHİR BABA (Sayfa 281-295)

  Yunus işe koyulur,eskiyi yeni eylemek,Sarıcaköy'e can getirmek için çok çalışır.İlk misafiri ise Durak adını verdiği bir karabaş olur.Yaralıdır ve onu iyileştirir Yunus.Daha sonra ise bir keçi gelir,ona da Marale adını verir.Daha sonra araştırdım ki marale bir geyik türüymüş.Hikayede de geyiğe benzediğinden bahsediliyor zaten.Nedense,bu hayvanların Yunus'a gelmesi bana ''Aslanlı Hünkar'ın dergahında bulunan aslan ve ceylanı hatırlattı.Zaman geçtikçe haneler dolmaya başlar.Yunus'un çabaları sonucu,yapacağım benzetmekitabın neresinde geçiyordu hatırlamıyorum,Sarıcaköy bir Umman olmaya ve nehirlerde kendisine yönelmeye başlamıştır.
  Yunus yollara çıkar ve Anadolu'yu gezer.Çok farklı yaşamlar,kötülük ve eziyetlerle dolu hayatlarla karşılaşır.Oncallı adlı bir köyde Tapduk adında, erenlerden bir piri ziyaret eder.Ve Niyazabad'da Avşar Baba halifesi Zahir Baba ile tanışır.
  Aslında dikkatimi çeken kısımda burada başlıyor.Zahir Baba'da Yunus'u birine benzettiğini söylüyor.Zahir Baba'nın ise bir derdi bulunmaktadır.Bolluktan dert yakınmaktadır ve bunun bir sınav olduğunu düşünmektedir.Yunus ile ''sır'' üzerine bir sohbet yaparlar.
  Zahir Ahi Yunus'a gözleri dola dola bir hikaye anlatır.Tam hikaye verilmemiş kitapta fakat Zahir Ahi'nin kendi üzerinden bir masal gibi anlattığı ve onu derin yaralamış,peşini bırakmayan bir olay sanırım.Ne kötü bir şey.Bazen yaptığımız ufak şeyler dahi ileride içimizde bir burukluk veya vicdan azabı olarak kalabiliyor.Daha sonra ise Zahir Baba Yunus'u benzettiği kişinin adının Taybuga olduğunu söyler.Yunus yine şaşırır ve bunun üzerine yine şüpheler ve soru işaretleri zihninde yer alır.
Yunus daha sonra Tapduk Emre'nin ölüm haberini alıyor ve Zahir Ahi de yanında iken ölürse dayanamayacağını düşünerek yeniden yola çıkıyor.
  Bu kısım beni çok etkiledi.Düşünsenize,yıllarca onun eşiğinde bulunduğunuz,onun size sundukları sayesinde yolunuzda ilerlediğiniz ve hayatınıza anlam katan kişinin ölüm haberi,üstelik babasından uzak yaşamış birine.

II.BÖLÜM GENEL DÜŞÜNCELERİM ve III.BÖLÜM-IŞIK

  Siz değerli okurlarıma ikinci bölüm ile ilgili değerlendirmelerimi ve düşüncelerimi aktardıktan sonra,artık kitabımızın son bölümüne geçme vakti geldi.Her zaman ki gibi sizlere bir ön bilgi vermeden geçmeyeyim dedim.
  Kitabımızda gelişen son olaylara bir bakacak olursak,bildiğimiz gibi ''Derviş Yunus'' artık ''Şeyh Yunus'' oldu ve kendi dergahını kurmak,od ile başka gönülleri de tutuşturmak üzere yola çıktı.Bölümde gelişen olaylardan dolayı ''Derviş'' adının neden verildiğini açıklamama gerek yok sanırım.Bu yüzden bir an önce üçüncü bölüm olan ''Işık'' ile ilgili sizlere biraz bilgi ve tahminlerimi sunmak istiyorum.
  Neden ışık?Kendi fikrimi söyleyecek olursam,bu ışık Yunus'un bir zamanlar Tapduk eşiğinde aldığı ve artık başkalarına tutacağı ışık ya da ''Yıldız'' ının ışığı olabilir.Çünkü Yunus Sarıcaköy'de Sitare yi hatırlayabilir.
  Üçüncü ve son bölüm olan Işık'ta sekiz tane başlık bulunuyor.Bunlar:
           Zahir Baba
           Samuel
           Çoban
           Samuel
           Geyikli Baba
           Turakçın
           Samuel
           Mola Kasım
         
           

ÇELEBİ FARUK

  Tapduk Emre'nin Yunus'un dedesi Taybuga'dan ''...Taybuga, bir gün senin de bu eşiğe geleceğini bana kırk yıl evvel söylemişti Yunus.O yüzden sen bu eşikte 'Bizim Yunus' oldun.'' şeklinde bahsetmesi ve de Mevlana'nın yıllar önce Çelebi Faruk'a ''Sufilik yolunda hangi makama erişmişsem,şu Türkmen kocası Yunus'un ayak izini orada gördüm.'' demiş olması bu bölümde beni etkileyen,sanki kitabı okurken içimde birikmiş olan merakların bir anda çözüldüğü,kaybolduğu kısım oldu.Yani Yunus'un bu yollara düşeceği, ilerleyeceğini herkes bilir de bir kendisi mi bilmezdi?Yunus bu lafların ardından kendini kaybediyor ve kuyuya düşüyor.Bu çok normal elbette,bir insan bu lafları duyduktan sonra nasıl damarlarından kanı çekilmez,ne yaptığını nasıl bilebilir ki.
 Daha az önce aklıma gelen bir şey de şu oldu.Madem ki Yunus'un dedesi Tapduk Emre ile buluşmuş idi.Belki de Yunus babası onları terk etti sanırken,babası da bu yollardan geçmişti belki de.Yunus onların en çok cengaverliklerini bilip onlara özenirken, onların gönlünden geçenleri bilemezdi sonuçta.Hani Yunus düşünüyor ya acaba kendisinin dedesine ve babasına benzediği gibi İsmail'de bana benziyor mudur diye.Belki de İsmail'de ileride çıkacağı yolun çilelerini,şüphelerini yaşamaktadır şu anda,aynı bir zamanlar babasının yaptığı gibi ''Rençberlik'' yapmaktadır.

 Hazır bu düşüncelerimden bahsetmişken ikinci bölüm olan ''Derviş'' in son hikayesi olan Baybars ile ilgili yorumlarımı da sizlere söyleyeyeim zira bu son iki hikaye birbirinin tamamlayıcıları niteliğinde.
 
  ''Yarın yürüyebileceksin artık Yunus.''

  Tapduk Emre'nin bu sözü aslında çok manalı bir söz.Bu yürümek bedeni değil,gönlü yürütmek çünkü.Görüyoruz ki Yunus artık yolu tamamladı.Fakat bu yeni bir başlangıç aslında.Artık kendisi yandı,od ile pişti,şimdi de başka gönülleri od ile yandırmak ve pişirmek için yola çıkıyor.Tıpkı bir zamanlar Mevlana'nın kendisine söylediği gibi.Benlikten arındı,insanlara kendi benliğini değil,onların benliğini anlatmak için yola çıkıyor.''Şeyh Yunus'' olur.Tapduk Emre igsisini(asa) atar ve Yunus'a onu bulduğu yere dergahını kurmasını söyler.
  Dikkatimi çeken bir diğer kısım da burası oldu.Yunus diyar diyar dolaştı ve igsiyi Sarıcaköy'de buldu.Bir zamanlar çok farklı düşüncelerle çıktığı bu harabe yere,şimdi kendinden arınmış ve gönlünde mana dolu,''hakiki aşk'' ile donatılmış bir şekilde geldi.Bakalım Yunus gönlünün yandığı ateş ile eşiğine gelecekleri de tutuşturabilecek ve bu toprakları yeşertebilecek mi?

18 Mayıs 2016 Çarşamba

ABDALLAR (Sayfa 206-219)

                                      derviş ile ilgili görsel sonucu

 Bir önceki bölüm olan Avare'de Yunus,dergahta yaptığı hizmetler karşılığında kendisine mana namına hiçbir şey kazandırılmadığını,Tapduk Emre'nin onu çoktan gözden çıkardığını düşünür.Odunculuktan sonra bir de sakalığa başlaması ve aklından hiç atamadığı Sitare ve İsmail özlemi sonucunda dergahtan kaçarak Sarıcaköy'e doğru yola çıkar.Su taşırken sırtında çıkan yaralardan,dervişlerin arasında Yunus'un şeyhin kızına aşık olduğu söylemleri ise Yunus'u bir hayli sinirlendirmiş ve tanıdığı dervişler hakkında farklı düşünmesine sebep olmuştur.
  Avare adlı hikayeyi özet geçerek bu bölümle ilgili yapacağım yorum ve değerlendirmelerimi daha iyi anlamanızı istedim.Gelelim asıl hikayemize.Peki hikayeye ismini veren bu abdallar kim?Yunus'un gözündeki perdeyi kaldıran ve gönül aynasındaki pası silenlerdir abdallar.Çünkü Yunus,Tapduk Sultanı'nın Celale açılan kapıda ona sunduğu tahammülü geri tepmiş ve dergahtan kaçması sonucunda gözüne perde inmiş,gönül aynası paslanmıştır.
  Abdalların Yunus'u götürdükleri mağarada,Yunus'un onların yaptıklarını anlamamasının,aslında onların gönüllerinde aşk ile ettikleri duanın tesiri olduğunu düşünüyorum.Yunus dua ettiğinde ise,her gün iki abdalın duası ile gelen yemek yerine,önlerine dört tane sofra kurulur.Burası beni etkileyen kısım oldu.Bu bölüm,Yunus'un kendini bulması,farketmesi için açık bir delil bence,Odun taşırken de neler kazandığını,od ile piştiğini burada anlayabilir.Aslında bunu Padişah adlı hikayede söylediklerinden sonra Padişah ve adamlarının taşları,ağaçları altın olarak görmesinden de anlayabilir ve belkide bu duruma hiç düşmeyerek pişmanlık yaşamayabilirdi.Fakat zihninde meşgul oldukları,zaman zaman gönlünün önüne geçerek gözüne perde kapanmasına sebep oldu.Hani Mevlana demiştiya yıldızdan geç güneşe bak diye.Yunus hala yapamadı ayrımını,güneş ona her daim ışığını gösterse de yıldızının ona arada bir göz kırpması,bazen gözünü kamaştırıp güneşi,yani hemen yanındakini görmesine engel oluyor.
 Şimdi bu yorumlarımı sizlerle paylaşırken aklıma geldi.Ben yorumlarken çok kolay geliyor tabiki.Fakat o durumu gerçekten yaşasam belki de halim Yunus'tan da kötü,biçare olurdu.Kolay değil çünkü omzumuzda sanki Yunus'un heybesi gibi taşıdığımız anılardan vazgeçip dünyadan arınmak.

17 Mayıs 2016 Salı

MEVLANA HÜDAVENDİGAR (Sayfa 162-171)

                                            

 ''Yıldızdan geç Yunus,artık güneşe bak.''
  Yunus,Konya'da cuma günü İplikçi Camii'nde,Mevlana'ın büyük kalabalık toplayan aşk sohbetinde Çelebi Faruk ile birlikte bulunur ve bu sözü bizzat Mevlana'nın ağzından işitir.Aslında bu bölümü hem bu sözden dolayı,hem de içerisinde Mevlana'nın bulunmasından dolayı değerlendirdiğimi söyleyebilirim.Mevlana sohbetinde bir çok konuya,ben duygusunun kötülüğüne değinmiştir fakat sohbetin ardından Yunus ile olan konuşmalarında söylediği bu söz Yunus için bir başkadır.
  Yunus her ne kadar bu söz ile Mevlana'nın ne kastettiğini o anda düşünemese de,aslında bu sözün,onun kalan ömründe hayatına yön verecek bir söz olduğunu düşünüyorum.Bu söz ile ilgili yorumumu sizlerle paylaşmak istiyorum.
  Bildiğimiz gibi Sitare vefat etti ve artık Yunus'un bu dünya yaşamında iken ona ulaşması çok zor.Allah'ın yoluna baş koydu.Sitare ise onun için dünyevi bir sevgi,bir aşk olarak geride kaldı.Söz gerçekten çok güzel bir derin mana içeriyor.Güneşten kastedilen aslında Allah'tır.Güneş bize en yakın olandır,diğer yıldızlardan en yakını dahi ise bize güneşten çok uzaktır.Şimdi anladınız mı sözün derinliğini?Aslında Mevlana'nın dediği şudur:''Artık Sitare sana çok uzak Yunus,Allah ise kullarına her daim yakındır.Her zaman onlarla beraberdir.Sitare ise sana arada bir ışığını gösteren bir yıldız olarak geride kalmıştır.''
  Bu bölümde Mevlana'nın Mesnevi'sinden bahsedilmesi de dikkatimi çekti.Dergahta üç ciltinin bulunduğu ve iki cilt daha yazıldığı belirtilmiş ve kitabın bütünlüğüne çok güzel yerleştirilmiş.
 Bir diğer husus da Mevlana'nın Yunus'a''Bana yan ama tütme dediler.Sana yan ve yandır.'' denilmiş demesi de,Yunus'un içinde barındırdıklarını anladığını gösteriyor.Aslında bu sözdeki derin mana anlaşılarak Yunus'un ileride yaşayacaklarının tahmin edilebileceğini düşünüyorum.Bu mana ile ilgili zihnimde bazı şeyler oluştu fakat umarım bunu ileriki bölümleri okuduktan sonra sizlerle paylaşabilir ve örnekler vererek daha iyi açıklayabilirim.

ÇELEBİ FARUK(Sayfa 147-161)

  ''Hiçbir şeye sahip ve malik değiliz;her şeyin malik ve sahibi Allah'tır.''.Çelebilerin ağzından sık sık duyulan bu söz,aslında onların gönüllerinde bulunan Allah aşkını anlatmaya yetiyor.Yunus,Çelebi Faruk ile çıktığı yolda yine çok şey öğreniyor.Kendisinin de dervişliğe sığmadığını düşündüğü bazı davranışları sonucunda çelebilerden işittiği laflar bir bakıma ona ders oluyor.Yunus,Çelebilerin çok iyi koruduğu ve başında nöbet tuttukları sanıdığın içinde ne olduğunu öğrenmek için uyumamaya çalıştığı sırada Çelebilerden biri ona ''Gönlün uyumuyor madem dilin neden uykuda Derviş Yunus?'' diyor.Yunus her ne kadar tecessüse düşmemeye çalışsa da tutamıyor kendini.Tecessüs kavramını aklımda olan kadarı ile açıklayacak olursam,kendini ilgilendirmeyen bir şeyi öğrenmeye çalışmak ve bunu belli etmeden yapmak şeklinde sizlere açıklayabilirim.Burası beğendiğim bir kısım oldu.Dervişliğe yeni baş koymuş,yalnızca iki üç yıl geçirmiş birinin yaptığı hatalar ve dünyadan izler taşıması,merakını yenememesi çok güzel işlenmiş ve iyi bir örnek olmuş.Tüm bunları yaşarken Yunus hem utanç duymakta hem de Tapduk Sultan'ının sözleri aklına gelmektedir.Tapduk Emre'den bahsetmişken,bahsettiğim olayları yaşarken ''yıldız'' nakışlı heybenin Yunus'un yanında olduğunu da unutmayalım.Acaba Yunus,çıktığı yolda karşısına çıkan engelleri bir bir aşmaya çalışırken bu heybesinden,yani Sitare'sinden de vazgeçmek zorunda kalacak mı?Bunu ilerleyen sayfalarda hep birlikte göreceğiz.
  Yunus ilk defa bir sultan,Sultan Mesut'u görüyor.Sultan Mesut ve Çelebiler sanki önceden tanışıyormuş gibi davranıyorlar.Bundan dolayı Çelebiler'in devlet işlerinde gizli ve önemli bir rolü olduğunu ve özel,seçilmiş kişiler olduğunu düşünüyorum.Sultan Mesut sandığı açar ve içinin altın dolu olduğu görülür.Burada bir olay anlatılıyor.Olayda altınların yerinin rüya ile bildirilmesi bana 8.yy öncesinden 13-14.yy lara kadar rüya ile önceden haber verilmesi durumunun hikayelerde,metinlerde yer aldığını düşündürdü.Aslında olaylar hikayeye  de ismini veren Çelebi Faruk etrafında şekilleniyor fakat ben bütünlüğü bozmamak için durumu Yunus açısından ele alarak yorumlamaya çalıştım.İsteyen okurlarımın Çelebi Faruk'un anlattığı olaya bakmalırını öneririm.
  Yunus'un sarayı gördüğünde hayallerinden sonra tövbe ederek saraydan muradın içindeki sultan olduğunu anlamasını da onun gönlünde maneviyatın yavaş yavaş şekillenmesinin bir kanıtı olarak değerlendiriyorum.Yunus'un sık sık duyduğum ve bu bölümde karşımıza çıkan şu dizelerini de sizlerle paylaşarak yayınımı bitirmek istiyorum:
 
        ''İlim ilim bilmektir,
          İlim kendin bilmektir. 
          Sen kendin bilmezsen  
          Ya nice okumaktır.''
 
        ''Cennet cennet dedikleri,bir kaç köşkle bir kaç huri
         İsteyene ver sen anı,bana seni gerek seni.''

14 Mayıs 2016 Cumartesi

TAPDUK SULTAN(Sayfa 131-146)

                                         
  Yunus sonunda varır Tapduk Emre'nin dergahına,heyecanlıdır elbette,şüphelidir.Nasıl olmasın ki zaten?Bizler bile günlük hayatımızda yabancı bir kapıya veya bir ev oturmasına,tanışmaya giderken heyecanlanıp nelerle karşılaşacağımızı düşünürken...Hele de Allah'ın yoluna,en yüce yola baş koymaya ilk adımlarını atarken.Hikayede de bahsettiği gibi,ne kadar kalacağını bile bilmediği bir yere geliyor.Öncelikle tanımaya çalışıyor.O zamanlar bilmiyor ki yıllarca odun taşıyacak,hizmet verecek,''od''ile yanacak,pişecek.
   Yunus Tapduk Emre'yi ilk gördüğünde karşısında hayal meyal gördüğü simayı görüyor.Bu da mürşidlerin müritlerle buluşma hikayelerindeki kerametlerinden biri olarak değerlendiriyorum.
Hikayede Tapduk Emre Yunus'a dünya koktuğunu söylüyor.Çünkü Yunus dergaha daha yeni ayak basıyor,yani daha nefsini tam arıtmış değil,mana-madde arasındaki ayrımı her ne kadar bir karar vermiş olsa da yapmış değil,yani geçici dünya hayatından izler taşımakta.''Dünya kokmak'' işte bu,şahsen güzel bir tabir olmuş,kısa,öz ve açık.
  Bir diğer önemli bulduğum husus ise Yunus'a dergahta ona yol gösterecek olan kişinin bir Çekikgöz olması.Eşini,çocuklarını elinden alanların soyundan biri,şimdi Yunus'a insan-ı kamil mertebesine ulaşmasında yol gösterecekti.Ne büyük bir sınav değilmi?Yüzünü bile görmeye dayanamadığınız bir kişinin dediklerini uygulamanız gerekiyor.Zaten böyle bir sınava tabi tutulan biri,bir de doğru yolu bulursa,nefsi tamamen arınmaz mı kötülüklerden?
  Paylaşmak istediğim bir diğer husus da Yunus'un bir süre sonra ''oduncu Yunus'' olması.Lakin aslında o dağlara odun için değil,gönüllerde aşkı tutuşturan kısmına,''od'' a talip oluyor.İşte tam da bu kısmın kitabın kilit noktası olduğunu düşünüyorum.Kitap,ismi ile arasında bağı burada tamamlıyor sanki.Dergahta nice işler varken Yunus ise odun toplamaktadır.Aslında onun kisi en yüksek makamdaki iş.Sakalık,aşçılık yaparak kazanılacak değerlerden ,od vasıtasıyla ziyadesini kazanabilir.
 Bu bölümün sonu da Yunus için İsmail ile ilgili bir umutla sonlanıyor.Bakalım bu sefer oğluna kavuşabilecek mi?

II.BÖLÜM-DERVİŞ

  Od'un ikinci bölümü olan Derviş hakkındaki paylaşımlarıma başlayacağım.İlk bölümde yaptığım gibi yalnızca ilgimi çeken ve önemli bulduğum hikayeler hakkındaki yorumlarımı sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.İkinci bölümde farklı bir method uygulamayı düşünüyorum.İkinci bölüme baktığımda daha çok yorumlanabilecek şeylerin bulunduğunu düşündüm,bu yüzden ilk bölümde yaptığım yayınlarımda bulunan özet kısmını bundan sonraki paylaşımlarımda yazmayı düşünmüyorum.Daha çok yoruma dayalı paylaşımlar yapacağım.
 İkinci bölüm olan Derviş'te 13 hikaye bulunmakta.Bunlar:
    Tapduk Sultan
    Çelebi Faruk
    Mevlana Hüdavendigar
    Samuel
    Padişah
    Avare
    Abdallar
    Aslanlı Hünkar
    Ana Bacı
    Samuel
    Yunus-ı Guyende
    Çelebi Faruk
    Baybars
   

13 Mayıs 2016 Cuma

I.BÖLÜM-GENEL DÜŞÜNCELERİM

  Bu paylaşımı yapmadan ikinci bölüme geçmek istemedim.I.bölümün son hikayesi olan Sitare'yi de bu paylaşımımda özet geçmeyi düşünüyorum.Sitare adlı hikayeyle ilgili yapabileceğim çoğu yorumu Alamutlu'yu değerlendirirken söylediğimi düşünüyorum.
 Sitare adlı hikayede Yunus bir köye gidiyor ve orada Sitare'nin bahsettiği rehberi ile buluşluyor.Adam Yunus'a bir aşıkın hikayesini anlatıyor ve Yunus sanki içinden geçenlerin bir bir söylendiğini,kendisine anlatıldığını hissediyor.Anlatılan hikayeyi Yunus'un tasavvuf yoluna girerken kendisine söylenen bir önsöz olarak değerlendiriyorum.Aslında o hikayede aşık Yunus,sevgili ise Allah'dır.Yunus hayalde mi,gerçekte mi olduğunu anlayamaz bir an.Fısıltı gibi bir ses duyar.Bakar ki az önce gördüğü sima,nur olmuş asa ile yürümektedir.
 Önemli bulduğum nokta ise şu ki,hatta bu yayını bu yüzden yaptığımı söyleyebilirim.Rençber nedir?Bu bölüm neden bu adı aldı?Çoğumuzunda bildiği gibi rençber,günümüzde çiftçi ile eş anlamda kullanılıyor diyebiliriz.Çiftçinin yaptığı işten dolayı eziyet çektiği düşünülerek kulanılıyormuş aslında.Bunu ben de yeni öğrendimBu bilgiden sonra,bölüme neden adını verdiğini aşağı yukarı hepimiz anlamışızdır.Dönüp baktığımızda bu bölümde ne oldu?Yunus İbrahim'i ve Sitare'yi,yani en değerli iki varlığını toprağa verdi,İsmail'i de kaybetti ve bulamadı.Yani acı çekti.Çünkü en sevdiklerini yitirdi bir bir. İşte bu yüzden bu bölüme bu isim verilmiş.Aslında ben de rençberin anlamına baktıktan sonra bu satırları yazıyorum.Çünkü bölümün ismini ilk baktığımızda geçen olayla pek ilişkilendirmek mümkün olmayabilir.
  Evet,birinci bölümle ilgili paylaşacağım son yayınım bu.Umarım birinci bölümle ilgili sizi yeterince bilgilendirmişimdir ve umarım yorumlarımı beğenirsiniz.
 İnşallah yarın ikinci bölüm değerlendirmelerime başlayacağım.İleriki yayınlarımda görüşmek üzere...

11 Mayıs 2016 Çarşamba

ALAMUTLU(Sayfa 109-120)

  Yunus İsmail'i aramak için çıktığı yolda,bozkırın dertli insanlarını görür,kendisi gibi arayışta olanları görür ve tek dertlinin kendisi olmadığını anlar.Bozkır insanını tanır,çaresizliklerinin farkına varır.Bir handa konaklar ve bir cinayete şahit olur.Sonraki gün  ise cinayeti işlediklerini söyleyen iki adam,Yunus'a olan biteni anlatır.Yunus'un içinde bir umut doğar,yüz bin kişilik ordu içinde aradıkları adamı yıllar sonra arayıp bulan bu dervişler,İsmail'i de bulabilir diye düşünür ve onları takip eder.Kitapta bu kişilerden,kendilerince kutsal bildikleri şeye ''dava'' diyen ve kendilerini bu davanın ''dai'' si olarak tanıtan Alamutlular olarak bahsedilmekte.Yunus bir müddet içinde oluşan umudun onu götürdüğü izden,yani Alamutluların peşinden gider,Bir gün Alamutlular Yunus'a İsmail'i arayacaklarina dair söz vererek ondan ayrılırlar.Yunus bir yıl daha oğlunun arama umuduyla dolanır fakat sonunda tüm umutlarını zihninin gerisine hapseder.Her şeyin Bir'den gelip Bir'e gittiğini kavrar ve kaderine teslim olur.Bir geceyi mezarlıkta geçirir ve düşünme fırsatı bulur.Bedenleri toprağın altında olan bedenleri düşünür.Kendine akit eder ve nefsine tembihler ki;bundan böyle dünya malına aldanmayacaktır.Kendisinin hakiki bir dost elinde teselli bulacağını anlar.Sitare'nin birkaç adım ötesinde yürüdüğünü görür.Aslında Sitare artık onun rehberi,takip ederek doğru menzile varacağı bir yol göstericidir.
  Yunus çok farklı bir yola girdi aslında şu anda.Hani genelde bir seçim yapılır ya hikayelerde;sevdiğinin peşinden ya da Allah'ın yolundan...Yunus'un ki ise çok farklı bir durum.O hem sevgilisinin,Sitare'nin peşinden gidiyor,hem de Allah'ın yolundan.Çünkü onu Allah'ın yoluna ileten,ona bu yolda rehberlik eden,sevdiği,Sitare.Ben aslında burdan şu sonucu çıkardım.Allah
'a giden yolda insanoğluna mutlaka bir rehber gerekiyor veya herhangi bir yola çıkmak için insana mutlaka bir öncü,bir akıl veren lazım.Belki de Sitare Yunus'a Tapduk kapısına varması için,yani bir başka rehbere,yol göstericiye varması için rehberlik ediyor.Aslında hikayeninde sonunda yer alan söz her şeyi öz bir şekilde açıklıyor.

                 ''Kimsesizlerinde bir kimsesi vardır.''

SAMUEL(Sayfa 93-108)

 Bazen sevdiklerimize,hem de en sevdiklerimize karşı duyduğumuz bir önyargı,bir öfke,hayatımızda çok köklü değişikliklere yol açabilir.Hele ki bir de onlara karşıt düşünmemize sebep olacak üçüncü kişiler varsa ve daha küçük yaşlarda bir çocuk isek.Aslında İsmail'in başına gelen de böyle açıklanabilir.Çekikgöz onu kaçırdıktan sonra,Moğol karargahının yakınlarındaki sahra pazarında esirler kısmında bulmuştur kendini,Her ''Baba!'' feryadında dayak yemekte,iki tavuk değerine satılmaya çalışılmaktadır.Babasının geleceğini düşünerek geçirir zamanını,fakat aradan dört ay geçer ve kendi içinde artık babasının gelmeyeceğini kabullenir.Birisi gelir ve İsmail'i alır.Eskiden kütüphane olan eski izbe bir yere gelirler ve tabut kadar bir yerde kalacaktır.İşkence odası olarak kullanımakta olan bu izbe yerde,İsmail artık işkence çığlıklarına alışır hale gelir.Ustası ona Samuel diye seslenmektedir.Zaman zaman işkencelerde yardım etmeye başlar,hatta Çekikgözlere işkence yapılırken zevk dahi almaktadır.İşte bahsettiğim üçüncü kişi ustasıdır.Ona bir baba gibi davranır.Halbuki bir babanın yerini bir başkası tutabilir mi?Ama çocuk yüreği işte,yetişkin insanlar dahi ufak bir ikilemde şaşırırken,İsmail'in çocuk yüreği neylesin?Helede babasıyla doğru düzgün bir zaman geçirmemişken.Aslında ustasının da yaşadıkları zordur.Eskiden Allah'ı bilen bir insan iken Baycu Han ile karşılaşmış ve O'nu terk etmiştir..İsmail Allah'tan bahsettiğinde onu susturmakta,ve onun aklını karıştıracak laflar etmektedir,yaşadıklarını sorgulamasına neden olacak ve Allah'ın varlığından ''şüphe''edeceği laflar.
  Kim derdi ki Yunus'un,tasavvuf yoluna baş koymuş bir insanın evladı Allah'ın varlığını sorgular hale gelsin?Yaratan'ın insanı neyle sınayacağı önceden bilinmiyor işte,önemli olan sınavdan başarıyla alnı pak bir şekilde çıkmak,Yunus'ta evladıyla sınanıyor belki de.Bu hikaye ilk baştaki Şüphe hikayesini aklıma getirdi.Meğer o ''şüphe'',daha çocukluğunda başlamış İsmail'in.
  Bu hikayeyi değerlendirme sebebim,elbette ki İsmail ile ilgili olması ve belkide kitabın ileriki bölümlerine yön verecek olduğunu düşünmemdi.Duyduğuma göre İsmail kitabın kalan kısmında daha çok karşımıza çıkmakta.Bu yüzden bu bölümün,kitabın kalan iki bölümünü anlamamızda önemli rol oynacak şeyler içerdiğini düşünüyorum.

10 Mayıs 2016 Salı

ASLANLI HÜNKAR(Sayfa 82-92)

 Bu bölüm aslında Yunus'un pişmanlıklarının yazıya döküldüğü bir bölüm.Mana ve madde arasındaki çelişimlerini bir türlü kafasından atamamaktadır.Çeşitli tasavvuf,yani mana yolları kafasına takılır.Hacı Bektaş yoluna tekrar çıkar fakat geri çevrilir.Aslında bu bir geri çevrilme değildir.Allah'ın bir lütfudur.Hacı Bektaş kapısından,onun nasipleneceği nefesin Tapduk eline verildiği haberini alır.Aslanlı Hünkar Hacı Bektaş'ın onu kabul etmeyişi onda bir sızı olur.Demiştimya pişmanlıklar diye,Yunus pişmanlığını ''Yunus olacağıma bir taş olaydım da Tebessüm Sultan eşiğine yapılaydım''diyerek ifade eder.
 Daha sonra Tapduk yoluna düşer fakat içinde bazı şüpheleri vardır.Ya Aslanlı Hünkar gibi o da kendisini kabul etmezse diye düşünür.Aklına oğlu gelir ve geri döner Tapduk yolundan.Vakit erken iken İsmail'i bulması gerektiğini düşünür.''Ah, Sitare ; Keşke bana birazcık da çocuk yetiştirmeyi öğretseydin'' der. İsmail'i her gittiği yere götürebileceğini düşünür.Bu durumdan dolayı da pişmandır.
 Yunus'un,ölümü dahi düşünmesi,içinde büyüyen özlem duygusundan kaynaklanmaktadır.Her zaman Sitare'yi düşünerek onu kendi gönlünde yaşatmaktadır.Aslında ondan bazı şeyleri öğrenmiş olmayı istemesi,onun yokluğunda duyduğu eksikliktir.İnsanın bir sevdiğini kaybetmesi sanki uzuvlarından birinin kopmasına denk değil midir zaten?Yunus bir yandan Sitare'yi düşünürken bir yandan da kendisine yalnızca Allah'ın suretinin gerektiğini düşünerek mana ile madde arasında bir çelişim yaşamaktadır.Yani aslında,hayatının ileride karşısına çıkaracağı yolun temelleri,gönlünde atılmaya başlanmıştır.Zaten daha yeni olduğu için kararlarında hatalar yapmış ve pişmanlıklar yaşamıştır.Bu hikayenin satırlarında Yunus'un duyduğu pişmanlıklar ve çelişimler bulunuyor.Buğdaydan yana olan aklının yol açtığı olumsuzluklardan ötürü ve her gidenin maddi şeyler yanında manevi şeyler de kazandığı Hacı Bektaş kapısından,yalnızca maddiyat istemesi sonucu duyduğu pişmanlıklar.

HACI BEKTAŞ(Sayfa 70-81)

                                 
 Hacı Bektaş veya Aslanlı Hünkar,Yunus Emre'ye Kara Burak'ı ve birkaç muhafızını yollar.Aslında bir haber yollamıştır Yunus'a.O haberin aslı ise şöyledir.Yunus'un da dost divanında nasibini almasını ve gelmesini ister.Yunus da yola düşer ve Hacı Bektaş'ın kapısına varır.Hacı Bektaş onu buyreder ve çok samimi karşılar.Yüzünden tebessüm eksilmeyen biridir ve Yunus bu yüzden ona Tebessüm Sultan demek ister.Yunus talebini belirtir ve köyü için buğday ister.Hacı Bektaş ise ona nefes vermeyi teklif eder.Nefessiz gidilen yolun sonunun karanlık olduğunu söyler.Sonunda Hacı Bektaş buğdayları verir ve Yunus köyüne döner.Fakat artık köy diye bir şey yoktur.Sitare can vermiştir.O anda Yunus,beldi de hünkarın bahsettiği nefesin Sitare'ye lazım olan nefes olduğunu düşünür.İsmail'i arar.Fakat bulamaz.
 Hacı Bektaş başlığını gördüğümde,artık Yunus yola koyuluyor diye düşündüm.Allah yoluna...Gerçekten de düşündüğüm gibi bir bölüm okudum.Yunus Hacı Bektaş ile buluşuyor.Aslında Yunus'un daha önce yaşadığı bütün olayların,onu bu yola ulaştıran olaylar olarak karşımıza çıktığını anladım.Yani yaşadığı tüm acılar dahi böyle bir insanın yetişmesine etken olmuş.Madde ile mananın farkına varmasını sağlamış.İşte bu farkındalık düğümü de tam olarak bu noktada çözülüyor.Yani Yunus,buğday ile nefesi ayırt ediyor.Nefes olmadan buğdayın,yani mana olmadan maddenin bir anlamı olmayacağını anlıyor.Aslında Hacı Bektaş'ın bu sözü durumu açıkca ve öz bir şekilde belirtiyor:
       
            ''Nefessiz gidilen yolun sonu bulunmaz,karanlıktır.''

9 Mayıs 2016 Pazartesi

TEMÜR ALP(Sayfa 28-45)

 Bu hikayeye Temür Alp adının verilmesi,Temür Alp'in anlattıklarının büyük yer kaplaması olacak sanırım.Geçmişten,geçmişte yaşamış birçok isimden ve yaptıklarından,hatırladıklarından zaman zaman duygulanarak bahsediyor bu bölümde Temür Alp Ata.Peki Temür Alp Ata kim olarak karşımıza çıkıyor?Aslında ''ata'' tabiriyle geçmesinden az çok bir şeyler canlanıyor zihinde.Geçmişe dair şeyler anlatan ve atalarından kalanları unutmadan diğer nesillere aktarmaya çalışan biri olarak karşımıza çıkıyor bu bölümde.
 Bu bölümden de öncekilerde yaptığım gibi,içeriğiyle ilgili bilgi vermek için biraz özet niteliğinde bahsetmek istiyorum.Fakat Temür Alp Ata'nın anlattıklarının içeriğinden bahsetmeyeceğim.Bunun nedenini yayınımın devamında sizlerle paylaşacağım.Şimdi kısaca olay örgüsünden özet niteliğinde bahsetmek istiyorum.
 Yunus,başlarına gelenlerden sonra Ucasar'dan daha güvenli bir yer olduğunu düşündüğü Sarıcaköy'e gitmeye,kalan bir kaç köylüyü ikna etmiştir.Bulduğu başıboş merkeplere kağnıları bağlar ve yalnızda yirmi bir kişi üç kağnıyla yola çıkmışlardır.Yunus,Temür Alp ve Satı Nine'nin anlattıklarıyla yolcuları oyalamalarını rica ederken,Sitare ise uçan ateşin geldiği geceden beriki durgunluğuyla Temür Alp'i dalgın bir şekilde dinlemektedir.''İbrahim'im'' diye sayıklamaktadır.Yunus ise,Sitare'nin diğer başlarına gelenlerden,Sarıkız'ın,yeğenlerinin,kız kardeşinin başına gelenlerden haberi yokmuş gibi yalnızca evlat hasretiyle ağlamasından dolayı şükretmekte ve teselli bulmaktadır.Bir ara Sitare'ye ''Elif kız'' der.Onun gerçek adıdır.Sitare diye Yunus demektedir.Sitare Elif ismini duyunca baba evini evini hatırlar.Yol boyunca anlatan Temür Alp ve diğer kanıda bulunan Satı Nine'nin dahi sesi kesilmiştir.Akşam çökmektedir.Ayaz çocukların uykusunu getirmiştir.Yunus ise endişelenir.''Umut'' diler Allah'tan.Tam o sırada bir çığlık dağılır bozkıra,''Haaak,dooost!..'' diye başlayan.
                     
                                           Eğer sorarsan halimden
                                           Bir cansız ölüyüm şimdi.
                                           İbrahim'i kurban ettim,
                                           Divane deliyim şimdi.

 Sitare'dir bu ağıtı yakan.Bir umut doğar yeniden bu çığlıktan sonra.Göz yaşları sevinçtendir artık.

 Bu bölümde,kaybettikleri oğlu İbrahim'den Yunus'un yaşıyormuşçasına bahsedip daha sonra aklına gelmesi açıkçası beni duygulandırdı.Sevdiğin birini kaybedip yokluğuna alışmak gerçekten zor bir durum.Allah kimseye sevdiğinin acısını yaşatmasın.
 Yukarıda Temür Alp'in anlattıklarından içerik olarak bahsetmeyeceğimi söylemiştim.Çünkü onun anlatımları olarak geçen yazılar birer tarihi bilgi niteliğinde bence.Bu yüzden her bir kelimesi dahi bir anlam katmış ve özetlenmesinin pek de mümkün olmayacağını düşündüm.
 Yazar Temür Alp'in konuşmaları olarak yazdığı bölümlerde ise yine tarih bilgisini ortaya koymuş ve çok iyi kullanmış.Çünkü burada geçen isimlerin ve olayların geniş bir bilgi birikimi gerektirdiğini düşünüyorum.
 Bu bölümde Temür Alp'in ağzından olarak yazılmış ve bana güzel gelen şu sözleri de sizlerle paylaşmak istiyorum.

 ''Bütün insanlar doğru olsaydı,yiğitliğe lüzum kalmazdı.''

 ''...her kaçışın hasret gibi,gurbet gibi,firkat gibi acıları,gözden çıkarmak,vazgeçmek gibi fedakarlıkları vardır.Bu yüzden kalbi kırık olur kaçanın,içinde hasretlikler büyür...''

8 Mayıs 2016 Pazar

İBRAHİM(Sayfa 23-27)

    İbrahim,Sitare'nin kucağında uyurken birden bir gürültü duyulur.Muhacirlerin''uçan cehennem ateşi''diye bahsettikleri,bozkır halkının ''gülle''adını takmış olduğu,Çekikgöz'lerin attıkları,düştüğü yeri yakmaya başlayan barut topları Sitare'nin köyü Ucasar'a,evlerine düşer.Yunus hemen İbrahim ile İsmail'i alır,donmuş toprağın üzerine birbirlerine yaslayıp koyar.Sitare ise evde,yatağın içinde dönüp durmaktadır.Yunus,alevlerin arasından Sitare'yi kurtarı.İbrahim'in çığlıkları kesilmemektedir,şakağından kan sızmaktadır.Yunus Sitare ve İsmail'i Sarıkız'ın yanına,ahıra götürür.İbrahim'i alır ve Satı Nine'nin merhemlerine yetiştirmek için koşmaya başlar.Ölüler ve onların başında ağlayanların yanından geçer.Satı Nine'nin kapısına az kala bir acı hisseder.Son gördüğü ise üzerine gelen iki Çekikgöz olur.
  Bu bölümü okuduğunda ilk aklıma takılan Çekikgöz tabiri oldu.Daha önce de bu tabirin Moğollar için kullanıldığını duymuştum.
  Bu bölümde yazar o zamanın durumunu da işlemiş bir bakıma.Böylece tarihi bilgilere de yer verilmiş doğal olarak.Bunları ise kitabın akış bütünlüğünü hiç bozmadan yerleştirmiş.Böylece o dönemi çok güzel işlemiş.Yalnızca bu hikayeden dahi,İskender Pala'nın kitabı yazarken yaptığı araştırmaların kapsamını anlamak mümkün.
  Daha ilk sayfalarda okuyucuya bu düşünceleri kazandırabilmesi,kitabın kalitesini de ortaya koymakta.

I.BÖLÜM-RENÇBER

 Od'un ilk bölümü hakkındaki düşüncelerim ve değerlendirmelerimi sizlere aktarmadan önce kısaca bir bilgi vermek istedim.Umarım faydalı olur.
 Od,üç bölüme ayrılmış.Bunlardan birincisi olan ''Rençber'' bölümünün değerlendirmelerine başlayacağım.Yer alan bütün hikayeleri değerlendiremesem bile,tümü arasında bir bağ olduğu için bazılarını özet geçebilirim.
 Bu bölümde,olaylar Yunus Emre'nin ağzından Molla Kasım'a anlatılıyor gibi yazılmış.Yazarın bu şekilde yazmasının,bizlerin kitabı ve ''Bizim Yunus'' u daha iyi anlamamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.Yazar böylece anlatımı daha etkili kılmış.
 I. bölümde dokuz tane hikaye bulunuyor.Bunlar:
  İbrahim
  Temür Alp
  Satı Nine
  Sitare
  Hacı Bektaş
  Aslanlı Hünkar
  Samuel
  Alamutlu
  Sitare

5 Mayıs 2016 Perşembe

ŞÜPHE(Sayfa 12-20)

 Bu bölümde Yunus'un uzun süre ayrı kaldığı oğluyla arasında geçen bazi konuşmalar yer alıyor.Oğlu onu hiç arayıp sormadığını düşünüyor ve sitem ediyor.Kendisi yerine Allah'ın yolunu seçtiğini düşünerek kızıyor.Yunus Emre'ye ''baba'' değil de ''Derviş Yunus'' demesi ise,Yunus'u en çok yaralayan şey oluyor.Daha sonra ise Yunus çok istelemez ve aradan geçen günlerden sonra evin bahçesinde Sarıcaköy'ün yaşlı ve çocuklarına bir yemek verir.Daha sonra ise sohbete başlar.Allah'ın varlığını ve birliğini,bir bahçıvanı yokmuş gibi görünen bahçenin görünmeyen bahçıvanına benzetir.Sohbet sırasında oğlu,bir kaç kez ''baba'' diyecek olur fakat ikinci heceyi yutarak Derviş Yunus diye devam eder.Yunus'un içinde ise yeniden bir umut doğar ve Allah'ı kabullenmesinin de kolay olacağını düşünür.
 Yunus Emre'nin,oğlunun soruları ve içindeki ''şüphe'' lerine karşı vermiş olduğu cevaplar beni çok etkiledi.Özellikle son paragraf gerçekten anlam dolu bir paragraf.
 Bölümün başında ise Yunus Emre'nin ''yoldaşı'' olarak bahsettiği ve çarpışmada kaybettiği ''Turakçın'' ismi aynı zamanda Molla Kasım adlı bölümde de geçiyor.Molla Kasım,''Burada Turakçın Baba ile erenlerden birkaç yoldaşı yatar''şeklinde bir yazı olan türbenin başında Fatiha okuduğunu söylemekteydi.Bu olay da dikkatimi çekti.Yani aslında ilk hikayede anlatılan olay daha sonra mı gerçekleşti? o çarpışma olmasa o türbe orada olmayacak,hatta Yunus ve Molla Kasım karşılaşmayacak mıydı?

MOLLA KASIM(Sayfa 1-11)

 Bu bölümde,Molla Kasım'ın,çok bilmişlik yaptığı zamanlardan,Yunus'un şiirleriyle nasıl değiştiği,kendi ağzından anlatılır şekilde yazılmış.
 Molla Kasım'a bir meczup bir tomar kağıt getirir.Kağıtların ise yüzlerinde birer şiir yer almaktadır.Molla Kasım nehir kenarında balık tutana kadar bu şiirlerle kendini eğlemek ister.Bir şeyhin peşinden gidip onun emirlerini yerine getirmeyi doğru bulmayan,karşı çıkan biri olarak,kendince değerlendirdiği şiirlerin bir kısmını atar,bir kısmını ise tutar.Okuduğu son beyit
 ise şöyledir:''Derviş Yunus bu sözü/Eğri  büğrü söyleme//Seni sigaya çeker/Bir Molla Kasım gelir.''Molla Kasım adının geçtiğini görünce hemen secdeye kapanır.Derviş Yunus'u bulmak için hemen yola koyurlur.Bir yıl dolandıktan sonra onu Sarıcaköy'de bulur.Geri kalan bölümde ise Derviş Yunus'un özelliklerinden bahseder ve onunla mukabele etmek istediği eserlerden bahseder.
 Bu bölümde beni en çok etkileyen şey ise,Yunus Emre'nin,nice gözü görmeyenlere deva bulduğu halde kendisi için istememesi ve Hz.Muhammed'inde bu dünyayı altmış üç yıl gördüğünü söyleyerek bu şekilde yaşaması oldu.Bu bana Ahmet Yesevi'nin altmış üç yaşında kendisine yer altında bir hücre kazdırarak kalan ömrünü burada geçirmesini hatırlattı.
 Dikkatimi çeken bir diğer şey ise bölümün sonunda bahsedilen ve ''Mantıku't-Tayr adlı eserde geçen ''Simürg'' oldu.
  Bölümü,gelişen olaylar bakımından değerlendirecek olursam,açıkçası Yunus Emre ve Molla Kasım'ın bir araya gelme hikayeleri bir hayli dikkatimi çekti.Daha önce de talebelerin,onlara hayatı boyunca yol gösterecek olan şeyhlerine ulaşma hikayelerini duymuştum.Burada da çok güzel bir olay örgüsü bulunuyor.Şiirinde Molla Kasım'ı tanıyormuş gibi adını geçirmesi ve bir meczubun bunları Molla Kasım'a getirirken,yağmurda hiç ıslanmamasından da,Dervişlerin kerametleri olarak söz edildiğini düşünüyorum.
 

4 Mayıs 2016 Çarşamba

YAZARIMIZDAN TEŞEKKÜR

 Aslında direkt olarak kitapta yer alan bölümlerin değerlendirmelerine başlamayı düşünüyordum.Fakat kitabı ilk açtığımda göze çarpan bir bölüm gördüm.Önsöz olduğunu düşündüm.Baktığımda ise gerçekten çok beğendim.Bu yüzden bununla ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaşmadan geçmek istemiyorum.
 İskender Pala,kitabı yazmasında etkili olan oğlu,eşi ve kardeşinden,onun kitabına eleştiri de bulunanlara bile teşekkürlerini sunmuş bu bölümde.Aynı zamanda Yunus Emre Köyü'nü,çalışması sırasında ziyaret ettiği de bu bölümde anlaşılıyor.Bu bölümde teşekkür ettiği kişilerden de yola çıkarak,yazarımızın kapsamlı bir çalışma ile bu eseri çıkarttığını düşünüyorum.
 İskender Pala,genellikle kitaplarında kurgular kullanan bir yazar.Bu kitabında Yunus Emre'yi nasıl işledi, daha da merak etmeye başladım.

28 Nisan 2016 Perşembe

İskender PALA

                               iskender pala kimdir ile ilgili görsel sonucu
İskender Pala , Profesör ve divan edebiyatı araştırmacısıdır. “Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak da tanındı.
İskender Pala, 8 Haziran 1958 tarihinde Uşak‘ta Kayaağılı köyünde doğmuştur. Uşak Cumhuriyet ilkokulunda okudu. Kütahya Lisesi’nden mezun oldu. 1979 yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Lisans tez çalışması Câmiu’n-Nezâir’dir. Yine İstanbul Üniversitesi’nde “Aşkî, Hayatı, Edebî Şahsiyeti ve Divânı” konusunda Doktora çalışması yaptı. 1983 yılında Doktorasını tamamladı.
1983 yılında Divan edebiyatı dalında doktor, 1993 yılında İstanbul Üniversitesi‘nde doçent ve 1998 yılında Kültür Üniversitesi‘nde profesör oldu. Ortaokul ve liseler için Türkçe ve Edebiyat ders kitapları yazdı. Denemeler, hikayeler, fıkralar ve edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebi makaleler yayımladı. Düzenlediği Divan Edebiyatı seminerleri ve konferansları geniş kitleler tarafından takip edildi.
1979-1982 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türkoloji seminer kütüphane memurluğu yaptı. Hayatının ilerleyen dönemlerinde çeşitli sebeplerden dolayı askerlik mesleğini tercih eden İskender Pala, öğretmen subay olarak 1982 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığına girdi. 14 yıl 7 ay görev yaptıktan sonra 1996 yılında TSK‘dan ihraç edildi.
1982-1984 yılları arasında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Deniz Lisesi Komutanlığı’nda teğmen, 1984-1986 yılları arasında Üsteğmen olarak görev yaptı.
1986-1987 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde part-time Türk Dili ve Edebiyatı öğretim üyesi olarak çalıştı.
1987-1994 yılları arasında Yüzbaşı olarak, Dz.K.K.lığı Tarihi Deniz Arşivi kuruluş ve faaliyetleri görevinde çalıştı.
1994-1996 yılları arasında Tarihi Deniz Arşiv Araştırmaları ve Dz.K.K.lığı yayın faaliyetlerinin yürütülmesi görevinde çalıştı.
1996-1997 yılları arasında Öğretim yılı, MSÜ Fen-Edebiyat Fakültesi Eski Türk Edebiyatı öğretim üyesi ve İSAM redakte kurulu üyeliği yaptı.
1997 yılında Öğretim yılında İstanbul Kültür Üniversitesinde öğretim üyesi olarak çalışmaya başladı. Aynı zamanda Uşak Üniversitesi öğretim üyesidir.
İskender Pala, 1980 yılında F. Hülya Avcı ile evlendi. Hilye Banu, Elif Dilasa adında iki kızı, Alperen Ahmet adında bir oğlu vardır.
Ödülleri :
1989 – Türkiye Yazarlar Birliği dil ödülü, (Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü)
1990 – AKDTYK Türk Dil Kurumu ödülü, (Ansiklopedik Divân Şiiri Sözlüğü)
1996 – Türkiye Yazarlar Birliği inceleme ödülü, (Şairlerin Dilinden)
2001 – Aydınlar Ocağı Kayseri Şb. Yılın Edebiyat Adamı ödülü,
2001 – YTB Uşak Halk Kahramanı ödülü,
2003 – “Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk” Yılın Romanı Ödülü
2013 – Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü,
Türk Patent Enstitüsü Marka Ödülü
Kitapları :
– Ansiklopedik Divan şiirleri
– Kronolojik Divan Şiiri Antolojisi
– Akademik Divan Şiiri Araştırmaları
– Divan Edebiyatı
– Atasözleri Sözlüğü
– Müstesna Güzeller
– Şairlerin Dilinden
– Aşina Güzeller
– Ah Mine’l-Aşk
– Efsane Güzeller
– Kudemanın Kırk Atlısı
– Kırklar Meclisi
– Şiirler Şairler Meclisler
– Şi’r-i Kadim
– …Ve Gazel Yeniden
– Perişan Gazeller
– Peri-şan Güzeller
– İki Dirhem Bir Çekirdek
– İki Darbe Arasında
– Ayine
– Türk Düğmeciliği ve Bahriye Düğmeleri, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kültür Yayınları, İstanbul, 1995.
– Gözgü
– Tavan Arası
– Kahve Molası
– Güldeste
– Gül Şiirleri
– Hayriyye
– Hilye-i Saadet
– Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk (2004)
– Kadılar Kitabı
– Kırk Güzeller Çeşmesi
– Kitab-ı Aşk (2005)
– Kırk Ambar
– Mir’at
– Leyla ile Mecnun
– Dört Güzeller
– Katre-i Matem
– Mevlid
– Şah ve Sultan (2010)
– Kurtların Efendisi
– Od (Bir yunus romanı) (2011)
– Efsane Bir Barbaros Romanı (2013)
– Mihmandar (Bir Eyüp Sultan Romanı)
– Aşka Dair(2012)
KAYNAK:http://www.biyografi.net.tr/iskender-pala-kimdir/
   Yazar ile ilgili kendi düşüncelerime gelecek olursam,hayatını da incelediğimde,gençlik yıllarından beri edebiyata meraklı olduğu izlenimi oluştu zihnimde.Çünkü ünerversiteden itibaren hayatının her adımında edebiyatın büyük rolü olduğu görülüyor.Özellikle Divan Edebiyatı konusunda araştırmaları ve bu konuda ödülleri olması da oldukça ilgimi çekti.Kendisiyle bir röportaj yapsam sanırım kendisine yönelteceğim ilk sorulardan biri ''Neden Divan Edebiyatı?'' şeklinde olurdu.Birçok eseri ve ödülü de bulunan yazarın kitaplarında yer alan güzel sözlerle okuyucularını büyülediği de araştırmam sırasında gözüme çarptı.Gerçekten de,çoğu sevgi temalı olan ''güzel'' sözler.Bu sözlerden bazılarını da sizlerle paylaşmak istiyorum.
 ''Gökler sevgiyle dönerler, yıldızlar sevgi sayesinde yerlerinde durabilirler. Tıpkı kalbimizdeki sevgi yıldızları gibi… Bu yüzden dış yerine içi, suret yerine ruhu sevmek gerekir. Hayat ancak sevgiyle tatlıdır ve sevgilisiz dünyada hayat sürmek beyhudedir.''
     ''Ey yolcu…sevgiye yürü ki hakikate eresin!''
     
     ''Aşk, gülü dikeniyle avuçlamak; ama kanayan ellerin hesabını gülden sormamaktır.''

    ''Çokluğun derdi elbet çok olur; yokluk kapısında nefis de yok olur.''
       
     '' Varlığınız çoğaldığı oranda onu hayır yoluyla azaltınız ki yolculuklarınız kolay olsun.''

   

 İskender Pala'nın,katıldığı bir televizyon programında Yunus hakkında kitabında yazdıkları ile paralel şekilde bilgiler veriyor. Videoyu izlerseniz bu,kitap hakkında zihninizdeki düşüncelerin daha da gelişmesini Yunus'u daha iyi anlamanızı sağlayacaktır umarım.


27 Nisan 2016 Çarşamba

OD Hakında İlk İzlenimlerim

 OD 


 
 Hakkındaki değerlendirmelerim ve düşüncelerimle karşınızda olacağım ikinci kitap,İskender Pala'nın Od isimli kitabı.Peki ''od'' ne demek?Açıkçası bu kitabı birkaç yıldır biliyordum fakat okumamıştım.Ve kitabı ilk gördüğümde bu soru aklıma gelmişti.Aslında kitabın kapağına bakıldığında ''od'' un ne anlama geldiğini kolayca anlamak mümkün.
 Araştırdığımda da,tahmin ettiğim gibi ''od''un ateş anlamına geldiğini gördüm.Bazı kaynaklarda ise ''aşk ateşi''anlamına da geldiği belirtilmiş.Kitabın kapağında, görüldüğü gibi sağ üstte ''BİR 'YUNUS' ROMANI''adlı yazı göze çarpıyor.Kitapla ilgili okuduğum birkaç yazıda da bahsedildiği üzere,kitap Yunus Emre ile ilgili.OD ismi ile Yunus Emre arasında,sanıyorum ki sizlerin de aklında bazı çağrışımlar oluşuyordur.
 Yunus Emre ile ilgili bir çok şey duydum.Hakkında yapılan film veya dizilerden de az çok kafamda bir şeyler bugüne kadar oluşmustur.Belki de hakkında bir yazı yazmam istense,hiç bir kaynak kullanmadan yeterli bir metin yazabilirim.Fakat bilgilerim derinlemesine değil,daha çok yüzeysel ve hayatında kimlerin de adı geçtiği,bu kişilerin Yunus Emre ile nasıl bağları olduğu gibi şeyler.
 Çoğumuzun bildiği gibi Yunus Emre uzun yıllar Taptuk Emre'nin dergahında hizmet vermiş biridir.Yunus ve Od;bu ikisini bir arada gördüğümde ise aklımda,kitabın neden bu ismi aldığı konusunda çağrışımlar oluştu.Yunus Emre dervişlik yolunda,tasavvuf yolunda ilerlemiş biri olduğuna göre;''Od'' ismi ile, onun çektiği,içinde piştiği aşk(Allah aşkı) ateşi belirtilmek istenmiş olabilir diye düşünmekteyim.Bunu, kitabı okurken daha iyi anlayacağımı umuyorum.Kitapta ise nasıl bir üslup kullanıldığı,Yunus'un ne yönden anlatıldığını merak ediyorum.Fikrimi belirtecek olursam,İskender Pala'nın,Yunus Emre'den,düz bir şekilde değil de,kendisi de bir şeyler katarak ve bu kattıklarını da kitabın akışı ve konusu içerisine çok güzel yerleştirdiğini düşünmekteyim.

                                           


9 Ocak 2016 Cumartesi

KİTAPLA İLGİLİ İZLENİMLERİM

 Aslında kitabı okumadan önce de bazı izlenimlerimi aktarmayı düşünüyordum fakat yeterli vakit bulamadım.O yüzden bu son paylaşımım da bundan da bahsedeceğim.
 Kitabı ilk elime aldığımda kapak tasarımı gerçekten hoşuma gitti.Güzel buldum.İlk başta kitabın benim için sıkıcı olacağını düşündüm.Çünkü efsane tarzında yazılar çok hoşuma gitmiyor veya okumaktan keyif almıyorum da diyebilirim.Fakat kitap da İstanbul ile ilgili,yaşadığım şehirle ilgili,efsanelerin bulunması,kitabı sevmemdeki ve zevkle okumamdaki en büyük etken oldu.Daha önce elbette efsaneler okumuştum ama sadece efsanelerden oluşan bir kitap okumamıştım.Dolayısıyla bu da benim için bir ilk oldu.
 Kitabı bitirdim.Bu kitabı herkesin okuması gerek diye bir şey demiyorum,fakat İstanbul'da yaşayan herkes bence okumalı.Bu kitabı okuyan kişilerin,mutlaka İstanbul'a bakış açıları değişecektir.Şahsen ben de öyle oldu.İstanbul artık gözümde,günümüzdeki her şehirde olduğu gibi araba seslerinin ve binaların bulunduğu bir şehir değil,çok değerli ve sahip çıkılması gereken bir şehir.

MEHMED EMİN TOKADİ efsanesi (sayfa 148)

 Efsanede İstanbul'un gönül sultanlarından Mehmed Emin Tokadi ile ilgili bir olay anlatılmış.Mehmed Emin Tokadi,I.Mahmud'un İran üzerine ordu gönderdiği sabah,gözleri kan çanağına dönmüş bir şekilde talebesi İshakzade Yahya Efendi'nin evine gitmiş.Kendisine hazırlanan odadan dışarı çıkmamış,öğrencisinin yemek teklifini de geri çevirmiş.Sonunda çıkıp Mahmud Han'ın zafere  ulaştığını ve bu vakti ve tarihin bir yere yazılmasını söylemiş.Gerçekten de Sultan Mahmud'un zafere ulaştığı haberi o vakitte gelmiş.
 İstanbul'un gönül sultanları bölümünde yer alan efsanelerde ki kişilerin gönül bağları ve Allah ile bağları güçlü olduğundan bu isimle anıldıklarını düşünüyorum.

AZİZ MAHMUD HÜDAİ efsanesi(sayfa 147)

Sultanahmet Camii'ne gittimde bir Aziz Mahmud Hüdai Türbesi'ni da ziyaret etmiştim ve her zaman da ederim.Gittiğim de Aziz Mahmud Hüdai'nin duvarda asılı bir sözünü gördüm.Aslında bu bir duadır.Aziz Mahmud Hüdai duasında ''Kabrimi ziyaret eden denizde boğulmasın...'' diye dua etmiş.Bu duasının bu hikayede anlatılan olayla alakalı olduğunu düşünüyorum.Bu yüzden de çok ilgimi çekti.

                                           

EYÜB SULTAN efsanesi(sayfa 136)

 Fatih Sultan Mehmet'in,Ebu Eyyub El Ensari'nin kabrini bulmadan rahat edememesi ve ona güzel bir kabir yaptırmak istemesi çok güzel bir davranış.Eyüb Sultan'ın mezarını bulduklarında,Ebu Eyyüb el-Ensari yazması ve cesedin onca yıldır hiç bozulmamasını da Allah'ın bir mucizesi olarak düşünüyorum.Gerçekten ilginç.Fatih Sultan Mehmed'in hocasıyla şakalaşması da ilginç geldi.Demek ki ikisi arasında samimi bir bağ varmış.

SULTANAHMET CAMİİ'NİN ALTIN MİNARELERİ efsanesi(sayfa 126)

 Efsanede I.Ahmed'in Sultanahmet Camii minarelerinin altından yapılmasını emri üzerine,bu kadar altının değerinin bütçeyi zorlaması ve Mimar Sedefkar Mehmed Ağa'nın da camiyi altı minareli yaparak yanlış anlamış gibi görünmesi ve padişahı üzmemesi anlatılıyor.
 Mimar'ın yaptığı gerçekten ince bir davranış.Bu efsaneden Sultanahmet Camii'nin altı minaresinin hikayesini de öğrenmiş oldum.Camilerle ilgili efsanelerde,mimarların ince davranışları ve zekası gözüme çarptı.Özellikle Mimar Sinan,kendisiyle ilgili her hikayeyi okuduğumda beni çok etkiliyor.

                                         sultanahmet cami ile ilgili görsel sonucu